Sevmek Dediğimiz /Ahmet Altan
1 sayfadaki 1 sayfası
Sevmek Dediğimiz /Ahmet Altan
Sevmek Dediğimiz
Sevmek, yalnızca sevgiden oluşmuyor. Bir altın madeninin duvarından kopardığımız bir parçanın içinde altınla birlikte nasıl taş, çakil,
çamur buluyorsanız, sevmek dediğinizde de sevginin yanında sevgiye benzemeyen birçok duyguyu buluyorsunuz. Sevmek, yalnızca sevgiden ibaret olsaydı, sevdiğimizin mutluluğunu ister, onun mutluluğundan mutlu olurduk ama biz sevdiğimizin mutlu olmasını değil, "bizimle mutlu olmasını" istiyoruz."Bizimle" sözcüğü altının yanındaki çakıl işte. Sevdiğimiz kadın bir başkasıyla mutlu olduğunda bu bizi mutsuz ediyor, sevdiğimiz bir başkasıyla güldüğünde bu bizi ağlatıyor, sevdiğimiz bir başkasıyla seviştiğinde bu bizi yaralıyor. Sevmek, sevdiğimiz"bizimle" mutlu olduğunda, bizi başkalarına tercih ettiğinde sevgiye benziyor ama sevdiğimiz bir başkasıyla mutlu olmayı tercih ettiğinde, bizi terk ettiğinde sevmek sevgisizliği hatta düsmanlığı andırıyor. Sevmek, ancak "bizimle" şartı gerçeklestiğinde sevgiyse eğer, o zaman, sevmek karşımızdakine mi yoksa kendimize mi sevgi duymamızdan kaynaklanıyor? Hem seven hem sevilen biziz de, sevdiğimizi sandığımız kişi, kendimize duyduğumuz sevgiyi yansıtan bir ayna mı; sevdiğimizi kaybettiğimizde bizi ve sevgimizi yansıtan aynayı kaybettiğimiz için mi o kadar mutsuz oluyoruz? Peki ama eğer sevmek böyle bir şeyse, niye herhangi birini değil de özel olarak seçtiğimiz birini seviyoruz, niye ancak bir kişi bizim aynamız olabiliyor? Sevmek, yalnızca sevgiden ibaret değil, daha karmaşık, daha anlaşılmaz, daha tehlikeli bir şey. Sevdiğimiz insan uğruna öldüğümüz öldürdügümüz de oluyor. Bir kadını sevdiğimizde "benim olsun" diyoruz. Bir erkeği sevdiğimizde "benim olsun" diyoruz. Sevmek, yalnızca sevgiyi değil sahiplenmeyi de getiriyor. Sevmek, yalnızca sevgiden ibaret değil. Sevdiğimiz "mutlu olsun" değil, sevdiğimiz "bizimle" mutlu olsun istiyoruz.
Sevdiğimiz "başkasıyla" mutlu olduğunda, sevmek, sevgiden çok düşmanlığa benziyor. Kızıyor, kıskanıyor, öfkeleniyor hatta öldürüyoruz.
Sevmek, karmaşık, anlaşılmaz hatta tehlikeli bir şey.
Seven öldürebiliyor da...
Ahmet Altan
Sevmek, yalnızca sevgiden oluşmuyor. Bir altın madeninin duvarından kopardığımız bir parçanın içinde altınla birlikte nasıl taş, çakil,
çamur buluyorsanız, sevmek dediğinizde de sevginin yanında sevgiye benzemeyen birçok duyguyu buluyorsunuz. Sevmek, yalnızca sevgiden ibaret olsaydı, sevdiğimizin mutluluğunu ister, onun mutluluğundan mutlu olurduk ama biz sevdiğimizin mutlu olmasını değil, "bizimle mutlu olmasını" istiyoruz."Bizimle" sözcüğü altının yanındaki çakıl işte. Sevdiğimiz kadın bir başkasıyla mutlu olduğunda bu bizi mutsuz ediyor, sevdiğimiz bir başkasıyla güldüğünde bu bizi ağlatıyor, sevdiğimiz bir başkasıyla seviştiğinde bu bizi yaralıyor. Sevmek, sevdiğimiz"bizimle" mutlu olduğunda, bizi başkalarına tercih ettiğinde sevgiye benziyor ama sevdiğimiz bir başkasıyla mutlu olmayı tercih ettiğinde, bizi terk ettiğinde sevmek sevgisizliği hatta düsmanlığı andırıyor. Sevmek, ancak "bizimle" şartı gerçeklestiğinde sevgiyse eğer, o zaman, sevmek karşımızdakine mi yoksa kendimize mi sevgi duymamızdan kaynaklanıyor? Hem seven hem sevilen biziz de, sevdiğimizi sandığımız kişi, kendimize duyduğumuz sevgiyi yansıtan bir ayna mı; sevdiğimizi kaybettiğimizde bizi ve sevgimizi yansıtan aynayı kaybettiğimiz için mi o kadar mutsuz oluyoruz? Peki ama eğer sevmek böyle bir şeyse, niye herhangi birini değil de özel olarak seçtiğimiz birini seviyoruz, niye ancak bir kişi bizim aynamız olabiliyor? Sevmek, yalnızca sevgiden ibaret değil, daha karmaşık, daha anlaşılmaz, daha tehlikeli bir şey. Sevdiğimiz insan uğruna öldüğümüz öldürdügümüz de oluyor. Bir kadını sevdiğimizde "benim olsun" diyoruz. Bir erkeği sevdiğimizde "benim olsun" diyoruz. Sevmek, yalnızca sevgiyi değil sahiplenmeyi de getiriyor. Sevmek, yalnızca sevgiden ibaret değil. Sevdiğimiz "mutlu olsun" değil, sevdiğimiz "bizimle" mutlu olsun istiyoruz.
Sevdiğimiz "başkasıyla" mutlu olduğunda, sevmek, sevgiden çok düşmanlığa benziyor. Kızıyor, kıskanıyor, öfkeleniyor hatta öldürüyoruz.
Sevmek, karmaşık, anlaşılmaz hatta tehlikeli bir şey.
Seven öldürebiliyor da...
Ahmet Altan
hayal- Mesaj Sayısı : 548
Kayıt tarihi : 20/04/09
Yaş : 51
Nerden : bln
Ümidin ümitsizliği /Ahmet Altan
Ümidin ümitsizliği
Her yıl, parlak sarı saten örtülü bir yorgan gibi rüzgarda yumuşak kıvrımlarla dalgalanan savanın diz boyu otları sıcaktan kavrulup, hayvanların akşam saatlerinde su içmeye geldikleri yeşil hareli mavi gölcükler kuruyup, bir toz yatağına döndüğünde, zebralarla öküz başlı antiloplar binlerce hayvanlık sürüler halinde büyük göçe başlarlar. Otların hâlâ taze, suların hala bereketli olduğu bir başka bölgeye doğru yola çıkarlar.
Afrika’nın bütün yırtıcıları da onlarla birlikte harekete geçerler. Aslanlar, leoparlar, jaguarlar, çitalar, sırtlanlar, bu büyük göçü telaşsız yürüyüşleriyle izleyip her gün sürüden birkaç zebrayla antilopu kaparlar.
Bu göçün en zor ve ürkütücü kısmı bu yırtıcıların takibi değil, hayvanların geçmek zorunda olduğu çağıltılı ve geniş nehirdir.
O nehirde sürüyü timsahlar bekler.
Bir nehire sıkışan binlerce zebra, diğer sahile bir an önce ulaşabilmeye çabalar, diğer sahile ulaşanlar çamurlu yamaçlara tutanamayıp çıkmaya çalıştıkça geri kaydıklarından, dehşet içinde birbirlerini çiğnerler, o sırada tırtıllı sırtları, koca çeneleri ve sivri dişleriyle timsahlar suyun içinde ve yamaçlarda yakalayabildikleri hayvanları parçalamaya koyulurlar.
Bir mahşerdir o nehir.
Bu göç, o nehirde parçalananlar için bir yokoluş, kurtulup da gidecekleri yere ulaşanlar için bir varoluş macerasıdır.
O nehrin içinde birbirlerini çiğneyen, bacaklarına kenetlenen timsah dişlerinden kurtulmak için çırpınan hayvanlar büyük bir olasılıkla o sırada ne gidecekleri otlakların gür otlarını ne de serin gölleri düşünebilirler, akıllarında olan tek şey, oradan, o korkunç cehennemden parçalanmadan kurtulabilmektir.
O sırada biri onlara, kendilerini bekleyen yerlerin bereketinden söz etse, bunu söyleyene herhalde düşman olurlar.
Onlar o sırada bunu düşünmeye bile tahammül edemeseler de çektikleri acıların nedeni, ulaşacakları topraklarda onları bekleyen yeni hayatın ümididir.
Ama o anda ümit ümitsizliğe dönüşmüş, yaşanan dehşet onları ümidin kendisinden bile nefret ettirmiştir.
İnsanlık tarihine baktığınızda, bu tarihin de kuruyan bir çağdan yeni bir çağa, bereketi tükenmiş bir hayattan, bereketi bol yeni bir hayata doğru ilerleyen uzun bir göç olduğunu görürsünüz.
İnsanlar sürekli olarak yeni aletler, yeni üretim biçimleri bularak yeni yaşama sahaları yaratırlar kendilerine.
Elektriği, atomu, lazeri, robotu, bilgisayarı keşfederek bir hayat biçiminden ötekine göç ederler.
Ve bu göçler, zebralarınkinden daha az belalı değildir.
Çok insan savaşlarda, yıkımlarda, sefaletlerde yitip gitmiştir.
Eğer, hayvanların göçlerini çeken kameralar insanların hayat yolculuğunu da çekip bir belgesele dönüştürebilseydi, herhalde yaşananlar bizi zebraların yaşadıklarından daha fazla dehşete düşürürdü.
Sanırım bu yüzden insanlara, insanlığın gelişiminden, ulaşılacak menzildeki yeni ve bereketli hayattan söz ettiğinizde ilk tepkileri bu ümide ve ümidi dile getiren insana kızmak oluyor.
Çağıltılı bir nehirde birbirlerini ezerek timsahlardan kurtulmaya çalışan zebralar gibi, geleceğin güzelliğinden ve ümidinden konuşmak istemiyorlar.
Hatta, o anda yaşadıklarının bu ümidin başlattığı büyük göçten kaynaklandığını düşünüp ümidin kendisine bile düşman olarak, geriye, yola çıktıkları o kurak araziye dönmek istiyorlar.
Bu kızgınlık çok anlaşılabilir ve gerçek bir kızgınlık.
Ama geriye dönmeye kalktıklarında gidecekleri yerde, onları kuraklığın ve yokoluşun beklediği de gerçek.
Üstelik, hayvanlar gibi yolumuzu sadece içgüdülerimizle değil aklımızla bulduğumuzdan, en belalı yerde bile amacımızı, gideceğimiz hayatı, ümidimizi unutmamamız gerekiyor.
Yaşadığımız anın cehennem dehşetiyle gideceğimiz yerin ışıltılı bereketi arasındaki insafsız çelişki, birçoklarımızı geleceğe kör edip, anın öldürücü gerçeği içine hapsediyor.
Yaşadığımız anın karanlığı yürüdüğümüz yolun ışığını karartıyor.
Onun için gelecekten, ümitten, insanlığın varacağı bereketli hayattan, insanları kızdırmadan söz etmek çok zor.
Ümit insanları kızdırıyor.
Ama ümidi kaybetmek, geleceğe düşman olmak, yaşadığımız ana lanet etmek gerçeği değiştirmiyor, o korkunç nehrin içindeyiz ve birçoklarımız oradan kurtulup yeni bir hayata ulaşacak.
Bu büyük göçün daha kısa ve daha kolay gerçekleşmesi ise ancak ümidin ve aklın çizdiği haritayı hep göz önünde tutmakla mümkün görünüyor.
Timsahların saldırdığı bir nehirdesiniz.
Yamaçları kaygan ve çamurlu karşı sahilde bizi bekleyen yeni bir çağ var.
Ve bu nehri geçmek için ümide ve güce muhtacız.
Her yıl, parlak sarı saten örtülü bir yorgan gibi rüzgarda yumuşak kıvrımlarla dalgalanan savanın diz boyu otları sıcaktan kavrulup, hayvanların akşam saatlerinde su içmeye geldikleri yeşil hareli mavi gölcükler kuruyup, bir toz yatağına döndüğünde, zebralarla öküz başlı antiloplar binlerce hayvanlık sürüler halinde büyük göçe başlarlar. Otların hâlâ taze, suların hala bereketli olduğu bir başka bölgeye doğru yola çıkarlar.
Afrika’nın bütün yırtıcıları da onlarla birlikte harekete geçerler. Aslanlar, leoparlar, jaguarlar, çitalar, sırtlanlar, bu büyük göçü telaşsız yürüyüşleriyle izleyip her gün sürüden birkaç zebrayla antilopu kaparlar.
Bu göçün en zor ve ürkütücü kısmı bu yırtıcıların takibi değil, hayvanların geçmek zorunda olduğu çağıltılı ve geniş nehirdir.
O nehirde sürüyü timsahlar bekler.
Bir nehire sıkışan binlerce zebra, diğer sahile bir an önce ulaşabilmeye çabalar, diğer sahile ulaşanlar çamurlu yamaçlara tutanamayıp çıkmaya çalıştıkça geri kaydıklarından, dehşet içinde birbirlerini çiğnerler, o sırada tırtıllı sırtları, koca çeneleri ve sivri dişleriyle timsahlar suyun içinde ve yamaçlarda yakalayabildikleri hayvanları parçalamaya koyulurlar.
Bir mahşerdir o nehir.
Bu göç, o nehirde parçalananlar için bir yokoluş, kurtulup da gidecekleri yere ulaşanlar için bir varoluş macerasıdır.
O nehrin içinde birbirlerini çiğneyen, bacaklarına kenetlenen timsah dişlerinden kurtulmak için çırpınan hayvanlar büyük bir olasılıkla o sırada ne gidecekleri otlakların gür otlarını ne de serin gölleri düşünebilirler, akıllarında olan tek şey, oradan, o korkunç cehennemden parçalanmadan kurtulabilmektir.
O sırada biri onlara, kendilerini bekleyen yerlerin bereketinden söz etse, bunu söyleyene herhalde düşman olurlar.
Onlar o sırada bunu düşünmeye bile tahammül edemeseler de çektikleri acıların nedeni, ulaşacakları topraklarda onları bekleyen yeni hayatın ümididir.
Ama o anda ümit ümitsizliğe dönüşmüş, yaşanan dehşet onları ümidin kendisinden bile nefret ettirmiştir.
İnsanlık tarihine baktığınızda, bu tarihin de kuruyan bir çağdan yeni bir çağa, bereketi tükenmiş bir hayattan, bereketi bol yeni bir hayata doğru ilerleyen uzun bir göç olduğunu görürsünüz.
İnsanlar sürekli olarak yeni aletler, yeni üretim biçimleri bularak yeni yaşama sahaları yaratırlar kendilerine.
Elektriği, atomu, lazeri, robotu, bilgisayarı keşfederek bir hayat biçiminden ötekine göç ederler.
Ve bu göçler, zebralarınkinden daha az belalı değildir.
Çok insan savaşlarda, yıkımlarda, sefaletlerde yitip gitmiştir.
Eğer, hayvanların göçlerini çeken kameralar insanların hayat yolculuğunu da çekip bir belgesele dönüştürebilseydi, herhalde yaşananlar bizi zebraların yaşadıklarından daha fazla dehşete düşürürdü.
Sanırım bu yüzden insanlara, insanlığın gelişiminden, ulaşılacak menzildeki yeni ve bereketli hayattan söz ettiğinizde ilk tepkileri bu ümide ve ümidi dile getiren insana kızmak oluyor.
Çağıltılı bir nehirde birbirlerini ezerek timsahlardan kurtulmaya çalışan zebralar gibi, geleceğin güzelliğinden ve ümidinden konuşmak istemiyorlar.
Hatta, o anda yaşadıklarının bu ümidin başlattığı büyük göçten kaynaklandığını düşünüp ümidin kendisine bile düşman olarak, geriye, yola çıktıkları o kurak araziye dönmek istiyorlar.
Bu kızgınlık çok anlaşılabilir ve gerçek bir kızgınlık.
Ama geriye dönmeye kalktıklarında gidecekleri yerde, onları kuraklığın ve yokoluşun beklediği de gerçek.
Üstelik, hayvanlar gibi yolumuzu sadece içgüdülerimizle değil aklımızla bulduğumuzdan, en belalı yerde bile amacımızı, gideceğimiz hayatı, ümidimizi unutmamamız gerekiyor.
Yaşadığımız anın cehennem dehşetiyle gideceğimiz yerin ışıltılı bereketi arasındaki insafsız çelişki, birçoklarımızı geleceğe kör edip, anın öldürücü gerçeği içine hapsediyor.
Yaşadığımız anın karanlığı yürüdüğümüz yolun ışığını karartıyor.
Onun için gelecekten, ümitten, insanlığın varacağı bereketli hayattan, insanları kızdırmadan söz etmek çok zor.
Ümit insanları kızdırıyor.
Ama ümidi kaybetmek, geleceğe düşman olmak, yaşadığımız ana lanet etmek gerçeği değiştirmiyor, o korkunç nehrin içindeyiz ve birçoklarımız oradan kurtulup yeni bir hayata ulaşacak.
Bu büyük göçün daha kısa ve daha kolay gerçekleşmesi ise ancak ümidin ve aklın çizdiği haritayı hep göz önünde tutmakla mümkün görünüyor.
Timsahların saldırdığı bir nehirdesiniz.
Yamaçları kaygan ve çamurlu karşı sahilde bizi bekleyen yeni bir çağ var.
Ve bu nehri geçmek için ümide ve güce muhtacız.
hayal- Mesaj Sayısı : 548
Kayıt tarihi : 20/04/09
Yaş : 51
Nerden : bln
1 sayfadaki 1 sayfası
Bu forumun müsaadesi var:
Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz